commas,,,, until something stirs,,,,

reklam panoları

cem yılmaz ve gofrik, kerem bürsin ve turkcell, şeyma subaşı ve sagaza, yemeksepeti ve “keyfin yerine gelsin” sloganı.

nasıl yani ya?

markaların, reklam yüzlerinin, kendilerini el birliğiyle mahvettiği reklam panoları. evet, daima sevgi, ama biraz da yargı.

uzun zamandır derinlemesine bir eleştiri yazmıyorum. yargılardan özgürleşirken, eleştiriden de özgürleştim gibi görüyorum. faydalı eleştiri ile yıkıcı eleştiri ayrımına bile değinmeden, sanki yargı ile eleştiri aynı kefede erimiş, aynı paydada değerlendirilmiş, aynı şeymiş gibi anlaşılmış ve ben bir anda sütten çıkmış ak kaşığa dönüşmüşüm.

ailemle, arkadaşlarımla muhabbet ederken de buna dikkat ettiğimi, eleştiri ve/ya yargıyı minimize etmeye gayret ettiğimi, en azından eleştirir veya yargılar gibi bir tavır takınmaya başladığım anda bunu hızlıca fark ettiğimi gözlemliyorum.

küçük çaplı ünümü, katılığı dayanıklılık sanarak, çok sert ve sivri yargılarla edindiğimi de göz önünde bulundurarak, yıkıcı bir eleştiri makinası olmamam gerektiğini çabucak anladım. sistem çalışıyor, tam da o sıralarda tüm bu felsefe, metafizik ve diğerleri ilgisi başladı. sokakta insanlar beni gördüklerinde benden korktuklarını söylerlerdi, bunun hoşuma gittiği zamanları hatırlasam da, bundan yakındığım hatta bundan dolayı üzüldüğümü hatırladığım zamanlar daha fazla. hatta, bazen şunu da duyardım: “aslında süper biriymişsin.” yani takip ediyor, içerikleri görüyor, beğeniyor, belki beğenmiyor, hatta nefret ediyor, “bu içerik iyi/nazik/rahat birinden çıkıyor olamaz.” gibi bir düşünce geliştiriyor ve bunu daha da destekleyecek bir yığın içerikle daha karşı karşıya kalıyor.

tabii, o sıralar, “başkasının ne dediği umrumda değil.” gibi bir tavrım da vardı. bu düşünce, özünde mantıklı ve geçerli olsa da, yine, tavır itibarıyla düşündürücüydü: aslında başkasının ne dediği üzerinden bir yaşam inşa etmeye çalışan, uyum sağlayarak değil fakat reddederek, birinin serzenişlerinden yalnızca birisiydi. kısaca, ansiklopedik bir negative feedback loop tanımı. kişinin kendini bile isteye baltalaması, kendini baltalamasının mantıklılaştırılması, kendini baltaladığının farkındalığını yitirmesi, falan filan.

daha düzenli meditasyon yapmaya başlamanın insanlar için ilk aşamada yıkıcı olmasının sebebi, bu farkındalıklarla dil ötesi bir yüzleştirme yaşatması. kişi, kendi başına, sessizlikte, karanlıkta, ne yapacağını bilemez halde, “problemlerini” çözmek için uğraşırken, problemlerinin geçersiz olduğunu ve aslında başka problemleri olduğunu keşfediyor, ki bu aslında kendini tanıma yolculuğundaki uğrak nokta, çok faydalı olan, son derece berbat hissettiren, yıkım.

yine niye bu kadar zırvalıyorum? çünkü önce yargı, sonra eleştiri, kendini tanıma yolculuğundaki kişi için, geçerliliğini yitiriyor. yargılanan da, eleştirilen de, kişinin kendisi, kendi bakış açısı olduğuna uyanma hali. ve tabii, sadece bununla da sınırlı kalmıyor. altına doldur doldurabilirsen: kıyas, geçmişe takıntı, olanı kabul etmeme, ben bilirimcilik, garip bir egoizm etc.

askerlik sonrası, pandemiden hemen önce, kafam açılmıştı. askerlik, benim için zor bir anda kalma deneyimiydi. ok, siz kesin daha rahat geçirirdiniz, ben rahat geçiremedim, 18 gün çok kısa evet, bana 18 ay gibi geldi, bu geyiği yıllardır işittim, atış serbest. benim deneyimlediğim askerlikte, çok yeni bir dikkat ve farkındalık açığa çıktı. “oha, resmen bir pagan inisiyasyonunun içindeyim.” gibi bir kafaya girdim. döndüğümde ne yapacağımı bilir haldeydim: konuşmak. beni pandemide keşfeden insanların gördüğü bir video, “influencer marketing”in (özellikle türkiye’deki) temelsizliği, akıl durgunluğu, nasıl değişeceği üzerine “bitti bu dönem” dediğim ve kameraya hareket çektiğim bir video, o video benim için bir ilkti. çünkü kimseye küfür etmeden, kimseyle alay etmeden, (felsefeciler için, ad hominem yapmadan) konuştuğum ilk video idi. evet, alıştığım üzere, sert ve sivri eleştiriler içeriyordu, ama tavır “bana daya uygun” bir tavırdı. kelimelerimi özenle seçiyordum, ağzımda lafı gevelemiyordum, konuyu değiştirmiyor ve sürdürüyordum, argümanı takip ediyordum.

video ilgi çekince, çokça kez izlenince, ben bir şeyler anlatmaya giriştim. “yeni” bilgileri açığa çıkarma, olayların “görünmeyen” yüzünü deşme ve bilgi verme gibi bir görev edindim (bu görevi hatırladım). birkaç alınganlık ve ego savaşından ötürü yapmayı kısa süre sonra bıraktıysam da, şimdi, bu satırları yazarken bu videolar (ve devamındaki podcast, o zaman adı nigredo idi, sonra vitriol’e dönüşmüştü) sırasında hissettiğim hisleri tekrar hissediyorum, daha derin bir anlayışla. vitriol, bir nevi, benim yolculuğumu da gözler önüne seren bir fihrist. yer yer garip ve beklenmedik bir bilgelik, öyle ki, yıllar önceki bir cümlemi daha yeni anlıyorum, yer yer manasız küfürbazlıklar, öyle ki, şimdilerde ettiğim küfürden utanıyorum, insan nasıl kendi olur, ve daha da önemli olduğunu düşündüğüm, insan nasıl kendini arar sorularına çok iyi cevaplar veren, inişli çıkışlı bir içerik. yargıdan sevgiye, korkudan sevgiye, kaostan sevgiye, her neyse, gittiği yer, varış noktası sevgi, bunu hatırlatan bir içerik.

bu bir yapıcı ve iğneleyici ama mümkün mertebe yapıcı eleştiri mümkün mü araştırması. galiba mümkün ama benim yapmak istediğim yapıcılıktan uzak. çünkü cem yılmaz’ın gofrik’le, kerem bürsin’in turkcell’le hiçbir alakası yok. cem yılmaz gördük diye gofrik’in mindshare’i kesinlikle artmamıştır, kerem bürsin görüp turkcell’den daha da uzaklaşıldığı sonucunu çıkaran bir araştırmayı bizzat yürüteceğim. aklı başında herhangi bir marka sahibi, şeyma subaşı’nın markasına faydadan çok zarar vereceğini bilmeli gibi, lüks tüketimin hiçbir zaman penetre edemediği istanbul moda society’e şeyma subaşı’lı sagaza reklamı koymak kimin fikriydi bunu daha çok merak ediyorum. bir epidemi(den fazlası) olan obezite sorunu, yeme bozuklukları hakkında hiçbir şey mi okumadınız be kardeşim dedirtecek yemeksepeti’nin “keyfin yerine gelsin” sloganı. “duygusal yeme bozukluğum var” yazsaydınız bari. duyar kasmak gibi de görünebilir, aslında umrumda değil duyar kasmak, bu akıl tutukluğunu anlamaya çalışıyorum sadece. yemek söylediğin bir uygulama ile “keyfin yerine gelsin” arasında nasıl bir bağ kuruldu, bunu kim kurdu, buna kim onay verdi, bu aradaki yüzlerce kişiden mağarada yaşamayanı yok mu? daha da berbatı, bunların hepsi “data driven” diyeceklerdir bu üstün zekalı, übermensch ajanslar, marketingciler, reklamcılar.

ben size ne olduğunu söyleyeyim: öncelikle jenerasyonlar boyunca getirdiği varlığın üzerinde oturarak rahatça ve keyifle yaşayan şirket yöneticisinin yerini “benim hayatım niye böyle, ben dünyadan intikamımı alacağım.” diye burnundan soluyan kişi aldı, adına da girişimcilik dediler. zaten zengin birini parayla satın alabilir misiniz? peki ya diğerini? ilginç bir düşünce akışı olabilir. bir diğer argüman, okur yazar, entelektüel birikimini her şeyin önüne koyan, insan ilişkileri kuvvetli, dünyayı tanıyan ve doğası gereği meraklı bir marketing direktörü, diğer yanda, “sınıf atladım” demek için, başkalarının üzerine basan, kıyasla yaşayan bir marketing direktörü, seçin. daha fazla argümana bile gerek yok, varlıklı şirket yöneticisi, ikinci marketingciyi işe alır mı? ikinci şirket yöneticisine, ilk marketingci “çok pahalı” gelmez mi?

istisnalar elbet vardır, ama sorun genel hatlarıyla burada, bu girift ve içinden çıkılmaz görünen nedenselliklerde, cesaretsizlikte, kıtlık bilincinde. “n’apalım, sistem böyle” demek yeterli değil, bazı insanlar bazı işleri yapmamaları gerektiğini 60 yaşında anlıyor sadece. ve bu kimsenin suçu değil, “sistem”in de.

derin bir nefes alıp hayatıma devam ediyorum. n’aparsanız yapın.