rutin üzerine
şöyle bir şey yazmıştım x’e (twitter demek istiyorum hala):
“hiçbir şey yapmak istemeyen bir hal var üzerimde.
böyle zamanlarda kendimi yapmaya zorladığımda ne kadar faydasız bir gayret içinde olduğumu sert bir şekilde, çokça kez gördüm. fakat hiçbir şey yapmamaya “boyun eğmek” de bir o kadar yıkıcı hissettirebiliyor.
rutin, zannediyorum bu histen özgürleşmek için bir fırsat yaratıyor.”
buradan bir amerikan rüyası hikayesi çıkartacak değilim, birilerine bir şeyler üzerine tavsiye vermek gibi bir niyetim de yok. hatta açıkçası bunu önemsemiyorum bile, mümkün mertebe, kendime odaklanarak, kendime odaklanmayı hatırlayarak “rutin” kelimesinin bana iyi gelen yönlerini anlatmaya girişiyorum.
yıllarca rutin kelimesine çok temkinli yaklaştım, bu kelimeden korktum fakat bunu itiraf edemedim. hatta inkar ettim. rutin kelimesinin monotonluğu, griliğine odaklandım. hatta rutin kelimesinin üzerinden atlamak, etrafından dolaşmak için bir sürü takla attım. günübirlik yaşamanın, spontane karar vermenin büyük bir esneklik ve belki bir erdem olduğuna kendimi ikna etmek için tüm kaynaklarımı kullandım.
rutini hiçbir zaman tam anlamıyla beğenemedim ve rutini katılıkla bir araya getirmeyi daha erdemli buldum, ve işte, disiplin algımı böyle perçinledim. disiplin: yapmak istemesen de yapmak, motivasyon olsa da olmasa da. yap, yap bakalım. yap ulan. canın istemiyor mu? yine de yap. başından boktan bir şeyler mi geçiyor? yine de yap. rahatsız mısın? yine de yap. duygusal bir çöküş mü yaşıyorsun? yine de yap. delirdin mi? yine de yap.
delirdim.
disiplin ile obsesyon, katılık, mükemmeliyetçilik gibi kelimeler çağrışıyor zihnimde. özellikle obsesyon. 2017’den itibaren, bir müddet anksiyete deneyimledim. bu anksiyeteyi geçirme isteği beni kendim üzerine daha derin sorgulamalara ittiyse de, amaç anksiyeteden kurtulmaktı. yıllar sonra fark ettim ki anksiyete bir neden değil, sonuç. anksiyeteye neden olan şey(lerden biri) ise, dümdüz, obsesyon. zihnimde kendi kendime kurduğum senaryolar, yarattığım (ve yıktığım) dünyalar, ettiğim kavgalar, kararsızlıklar, çok fazla sayıda kararsızlık. çok ama yani. obsesyon hangi kelime için çağrıştı az önce? disiplin. disiplini neyin yerine koymuştum? rutin. içime sinmeyen, beğenmediğim rutin, korktuğum bir şeye dönüşmüştü.
bunların yanında, hayatımın her bölümünde bu disiplini, veya korkunç rutin, iliklerime kadar deneyimledim, kendime deneyimlettim. oyun oynarken de, insan ilişkilerinde de, spor yaparken de, içki içerken de, öğrenirken de, beslenirken de, kendime hiçbir esneklik tanımadan, çünkü böyle olmalıymış gibiymiş.
evet, rutin. bu sefer insanlar rutini nasıl tanımlamış diye google search yapmaya niyetim yok. yine de bir tanım çevresinde anlaşalım diye: her zaman yapılan, alışkanlık durumuna gelen (iş). yani, zamanı var kabul ettik, eylemleri zamana yaydık.
alışkanlık kelimesi önemli, çünkü sinir sistemi bir süre sonra yapılan şey her neyse, uyum sağlıyor ve diyelim başta zor gelen, uzun süren şeyler, bir süre sonra, kolay gelmeye, kısa sürmeye başlıyor. otomatize bir süreç. kararlar, kararsızlıklar, çok küçük konulara çok kafa yormalar, rutin ile kolaylaşıyor. duyarsızlaşma ile de karıştırılabilir, odaya girersiniz ve kötü bir koku vardır, ve kötü kokar, ve kötü kokar, ve artık kötü kokmuyordur. yakında bir yerlerde inşaat vardır, ve çok gürültülü gelir, ve dayanılmaz bir gürültüdür, ve bu gürültüde uyursunuz, gibi.
sesli düşünüyorum: alışma sırası, fiziksel beden, duygusal beden, mental beden diye mi oluyor emin değilim, burada da selektif bir tavır olabilir, bu denklemde ruhsal beden nasıl davranıyor buna dair derinleşmem gerekebilir. yine de, nedense, aşağıdan yukarıya bir süreç olduğunu düşünüyorum. örneğin, bedeni bir yerde oturmaya zorladığınızda, bacağınız atabilir, oranızı buranızı oynatabilirsiniz, etrafı izleyebilirsiniz, kaşınabilirsiniz, bir noktadan sonra artık yapacak hareket kalmamıştır ve duygular diner, ve zihin diner, ve ikna olarak oturursunuz. tersi de mümkün, çoğu zaman önceki geceden kendimi “yarın şu saatte şurada olayım” diyerek koşullandırdığım zaman, yine, aksiyon alma süreci çok daha hızlı tamamlanıyor gibi, yani zihin bedeni hazırlıyor. evet, yukarıda aşağıya da olabilirmiş.
şimdilik, daha net olduklarım, günlük ve haftalık rutinlerim. metafizik ön kabulüm, (en az) dört bedene sahip olduğumuz, her aşamada daha da süptilleşen bu dört beden sırasıyla: fiziksel beden (toprak), astral beden (duygular, su), mental beden (düşünceler, hava), ruhsal beden (ateş). bunların her birine tek tek hitap edecek rutinler belirlemeye özen gösteriyorum.
günlük rutin
her sabah aynı saatte uyanmak: no-brainer gibi gözükse de, her sabah aynı saatte uyanmayı rutin olarak görmemin ana sebebi, uykunun öncelikle bir fiziksel beden çalışması olması, ya da benim uykuyu böyle görmem. hayatımın uzun bir bölümünde, ya çok erken uyandım, ya çok geç uyandım ve buradaki istikrarsızlığımla övündüm. hayır abicim. 12 gibi yatıp 8 gibi kalkınca ok. daha az uykuya dayanmayı denediğim zamanlar oldu, 1’de yat 5’te kalk gibi, ilk zamanları çok büyük ve garip bir enerji geliyor, sonra çok ciddi bir düşüş yaşanıyor, ben böyle deneyimledim diyeyim. kaçta yatarsam yatayım aynı saatte uyanacağımı bilmek, kendimi buna programlamak, daha istikrarlı hissettiriyor. şimdi 8’i, 7’ye doğru çekmeye başlıyorum, yavaş yavaş tabii, bedenime de izin vererek. ilgilisine, burada verebileceğim bir anahtar kelime: chronotype.
uyanır uyanmaz meditasyon: top priority. çok hızlı hareket etmem gereken nadir günler hariç, uyanır uyanmaz meditasyon hep var. sabah uyanır uyanmaz beden sakin, ortam sakin, beyin theta fazında, yani telkine ve derinleşmeye çok açık, ilgilisi için iyi bir anahtar kelime. bu meditasyon en az yarım saat sürüyor. günü, haftayı planlamak, hedefleri, hayalleri gözden geçirmek gibi konu başlıkları burada yok, bu zaman dilimi özellikle ruhsal beden üzerinde bir çalışma. (felsefenin konusu olan) metafizik sorgulamaları bu zaman diliminde yapıyorum, cevabını aradığım soruları net bir şekilde soruyorum, cevapların geleceğine güveniyorum, gibi şeyler. bazı mantralar, bazı semboller, bazı bilinç mertebeleri, yoğunlukla başvurduğum teknolojiler. neden teknoloji dediğimi detaylıca anlatmak iyi içerik.
lenf masajı: “doktorunuza danışınız” bilgisi geliyor. big 6, lymph reset gibi isimlerle anılıyor. kısaca, köprücük kemiklerine, kulak arkası ve boyuna, koltuk altlarına, karın boşluğuna, kasıklara ve son olarak diz arkalarına uygulanan baskı, vuruş veya masaj ile vücudun ana lenf düğümlerini uyarmak ve lenf akışını kuvvetlendirmek için yapılan (yapıldığı iddia edilen) sekans. tüm bu sekans sonrası zıplamak veya yürümek tavsiye ediliyor, yürümenin lenf drenaj çevrelerinde (?) yer çekimi ile aşağıya akan ve atıl kalabilen lenf akışının adeta bedenin yukarılarına “pompalandığı” iddia ediliyor. pseudo-science diyen de var, ben açıkçası yedim. bana iyi geliyor.
yürüyüş: spor mahiyetinde veya değil, kısa veya uzun, belirli bir sebepten ötürü veya değil, ama yürümek, özellikle bir miktar tempolu yürümek ve yürürken yüksek bir beden farkındalığını korumak (sağ adımımı attım, sağ ayağım yere değdi, ağırlığımı sola kaydırdım etc.) maksat, fiziksel beden üzerinde çalışırken, zihni güne hazırlamak gibi özetlenebilir, ama yürüyüş. en primitif aktivitemiz. yürüyünüz.
supplement: yine bir “doktorunuza danışınız” bilgisi. “kan tahlillerinin referans aralıkları, günlük yaşantımıza uymuyor olabilir mi?” gibi bir sorudan yola çıkarak, bazı vitamin ve minerallerden “zorunlu olarak” eksik kalıyor oluşumuzu anlatan doktorları, alternatif tıp uzmanlarını, biyokimyacıları ve konuyla ilgili bilgi sahiplerini takip etmek, ilgili araştırmaları ve çalışmaları takip etmek, bana iyi geliyor. bu iyi gelişin ana sebebi, her an elektromanyetik radyasyona maruz kalarak, eskiye nazaran içinde besin değeri kalmayan “doğal” ürünleri tüketerek, gecenin köründe bembeyaz ve parlak ışıklara dikkat kesilerek, hayvan gibi kirliliğin içinde, öküz gibi içki içerek, leş gibi seed oil tüketerek, seri üretim ve raf ömrü uğruna gıdalara katılan katkı maddelerini düşünerek, “bunların sağlığa bir zararı yok” demeye cürret eden “bilim insanları”nın bunları söylemek için bavul bavul paralandığını düşünerek, beslenme uzmanlarının gıda hariç her kategoride konumlanabilecek hazır çorba reklamlarında, endokrinoloji uzmanlarının nörotoksik temizlik ürünü reklamlarında boy göstermelerini düşünerek ve böyle şeyler düşünmeye devam ederek, “evet, benim kendimi beslemem, bana neyin iyi geldiğini keşfetmem lazım.” gibi bir sonuca ulaşmam. aylık ve üç aylık döngülerle ilaç olarak sınıflandırmayan, tamamen bitkisel veya çoğunlukla bitkisel takviyeler kullanıyorum. bu takviyelerin detaylarına da bir noktada girerim.
kahve: kahve falanmış, filanmış, öyle yaparmış, böyle yaparmış. yalan abi. kahve bir şifa kaynağı. mikotoksinsiz, standardize gramaj, su ve sıcaklık ile hazırlanan (en az) bir kahve, her gün içiyorum. yok 12’den önce içilmezmiş, yok bilmem ne bokmuş, içiyorum kardeşim. en fazla iki bardak kahve içiyorum. (bazen üç olabiliyor) kesinlikle sıcak kahve içiyorum ve filtre kahve içiyorum. en küçük boy her neyse ondan içiyorum ve uzun bir zamana yayıyorum, çünkü içemiyorum abi o kadar büyük miktarda ve hızlı hızlı, çünkü bu çorba değil, kahve. “filtre kahvemiz yok, americano yapabilirim.” diyene de monopoly parası veriyorum. kahvecisin ulan sen, filtre kahvem yok ne demek. fırıncının unum yok demesi gibi bir şey bu. yap abi???
şükran günlüğü: zaman zaman hala dalga geçtiğim, yaptıktan sonra da etkisini görüp inanamayarak şaşırdığım bir konu başlığı. şükran günlüğü. bana bir blog post yazdıracak kadar önem teşkil ettiğini düşünüyorum. her gün, herhangi bir şey hakkında şükretmek için, hiçbir sebep aramadan şükretmek için, şükretmeyi hatırlamak için 10 dakika da olsa ayırmak, (şükran günlüğünü elimle bir deftere yazıyorum) akıl almaz derecede fayda sağlıyor, en azından bana. şükran günlüğünü yaptıktan sonra, en ufak bir duygusal dengesizlikte zihin hemen şükran günlüğünü hatırlıyor, ilginç bir şekilde. bu sebeple, şükran günlüğünü bir astral çalışma olarak düşünüyorum. joe dispenza’nın harika bir lafı var: “emotion is energy in motion” diyor kral. duyguları, duyguların yönünü tespit etmek, dengeyi sağlamada, dengeye dönmede son derece faydalı. şükran günlüğü bu minvalde bir kutup yıldızı.
intermittent fasting: artık tüm beslenme uzmanlarının da seve seve önerdiği intermittent fasting ile 2010 yılında tanışıp, o zamanki beslenme uzmanımın göz bebeklerinin yerinden çıkmasına sebebiyet vermiştim. akılsızlık çok kötü bir şey, trendlere göre yaşamak da öyle. trendlere göre yaşamak akılsızlık diyebilir miyiz, bu sefer oldu. felsefecilerden özür dilerim. beden tok hissetmeli, evet, ama beden aç da kalmalı (doktorunuza danışınız), diye düşünüyorum. 2010’dan beri, kendime uzun süren, zorlu açlıklar deneyimlettim. aç karna çok ağır antrenmanlar yaptım, aç karna üniversite sınavına girdim (real), aç karna toplantılar yaptım, sunumlar verdim. alıştıktan sonra, bu bir süpergüce de dönüşebiliyor. uzun bir müddet sadece akşamları tek ve büyük bir öğün ile beslendim. fakat artık acıkınca yediğim, bazen kendimi çok acıktırdığım, bazen biraz acıkınca kendimi beslediğim, öğlen saatlerine kadar ve güneş battıktan sonra açlığı başlattığım esnek bir model denemeye devam ediyorum. iyi gidiyor. bu da derinleşebileceğim başka bir konu, sanırım bu maddelerin hepsiyle ilgili derinleşeceğim. birkaç anahtar isim: ori hofmekler (warrior diet), martin berkhan (leangains), canan karatay (karatay diyeti), yoshinori ohsumi (otofaji).
4h deep work: ingilizce yazınca daha cool. her gün en az 4 saat, 1 saatlik pomodoro’larla çalışıyorum. 1 saat çalış, en çok 10 dakika ayağa kalk, dolaş, uzağa bak, esne, tuvalete gir, gibi şeyler. bu 4 saatin tamamı tercihen art arda, ama her zaman değil. en az 4 saat dememin sebebi, bazen (hakkaten) düşüncelerin su gibi akması, özellikle doğru insanlarla beraberken. 8 saate çıkan çalışmalarda 1 saatlik pomodoro yerine daha çok ara vererek daha kısa odaklanmalar yapıyorum, buluşmalar devam etse de ben kendimi bir şekilde ortamdan veya konudan soyutlayacak bir tavır takınıyorum (önce kendim, canım kendim). 4h deep work günlerinde, akşamları eğer fikirler gelmeye devam ediyorsa da, mümkün mertebe bilgisayarsız, kağıt kalem ve not üçgenindeyim.
bilmediğim bir şey öğrenmek: bu 30 saniye de sürebilir bir tam gün de. ama istisnasız, her gün, bilmediğim bir şey öğrenmek, bildiğim bir konuyla ilgili bilmediğim bir bakış açısı edinmek, bilmediğim bir şeyle ilgili bir başkasının fikirlerini dinlemek, uzun zamandır günlük rutinimin bir parçası. bu merakımı kuvvetlendiren, merak duymadığım zamanlarda da dikkatimi kuvvetlendiren bir günlük rutin maddesi. en çok önemsediğim rutinim bu gibi bir sıralama yapmam mümkün mü bilemiyorum, ama bunu hakkaten çok önemsiyorum.
kitap: 5 sayfa da olsa, kitap okumak. akıl almaz bir şey. ekrandan okumak sayılmaz. fiziksel bir kitap, sayfalar, kitap kokusu... saçmalama. kitap okumak aynı zamanda acayip bir göz egzersizi. okurken göz kasları çalışıyor, yani beynin üçte ikisinin ayrıldığı görme duyusunun ana organlarının hareket ediyor. beyin sağlığı ve tüm sinir sistemi için son derece faydalı duyuluyor. mental beden için de, idrak, hayal kurma gibi melekeler dışında, okurken iç sesi devreden çıkararak, biraz daha sezgisel ve çok daha hızlı bir okumayı mümkün kılma olasılıkları sonsuz. anahtar kelimeler: hızlı okuma, süleyman demirel’in çok hızlı okuması (cf. onur karaduman).
daha bunun haftalık ve aylık rutini var. bir de, 2025 için yıllık bir rutin belirlemek üzerine düşünmek istiyorum. çok iyi bir düşünce egzersizi olacak gibi hissediyorum. şimdilik burada kesiyorum. rutini bir gölge olmaktan çıkarırken, alfred north whitehead’in şu sözünü hatırlıyorum:
“kendi gölgenizi terk edemezsiniz.”